İnsan hakları, insanların salt insan olmaktan dolayı sahip oldukları dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez haklardır. İnsanın salt insan olması nedeniyle doğuştan bazı haklarının var olduğu fikri insan hakları düşüncesinin başlangıcı olmuştur. İnsan hakları ırk, cinsiyet, dil, din, milliyet vb. hiçbir ayrım gözetilmeksizin herkesin sahip olduğu haklardır.
İnsan tüm varlıklar arasında özel bir yere sahiptir. Bunun nedeni insanın doğuştan sahip olduğu özelliklerdir. Duygusal ve akıllı bir varlık olan insan, sahip olduğu özellikleri koruyup geliştirebilmek, insan onuruna yakışır bir hayat sürdürebilmek için birtakım haklara sahiptir/sahip olmalıdır.
İnsan hakları düşüncesinin temellerini çok eskilere götürmek mümkündür. Bu düşüncenin başlangıcıyla ilgili kesin bir tarih söylenemez. Tarihin her döneminde insanların birtakım haklara sahip olması gerektiğini söyleyen düşünürler muhakkak olmuştur.
İnsan hakları düşüncesinin gelişimi ile ilgili belli temel dönüm noktaları vardır. Bunlardan biri 1215 tarihinde İngiliz Kralı Yurtsuz John tarafından imzalanan Magna Carta Libertatum (Magna Karta Libertatum) (Büyük Özgürlük Fermanı) adlı belgedir. Gerçekte yönetilenlere haklar vermekten çok asillere ayrıcalıklar veren bu belge, bir kralın kendi imzaladığı belgeyle kendi yetkilerini kısıtlaması açısından ilktir.
Orta çağ boyunca teokratik devletler egemen olmuş, kilise ve krallar arasında egemenlik mücadeleleri yaşanmış, bu mücadeleler savaşlara ve insan hakları ihlallerine yol açmıştır. Batıda 15. yy. da ortaya çıkmaya başlayan Rönesansla birlikte hümanist bir anlayış gelişmiştir.
Temel Hak ve Özgürlüklerle Alakalı Belgeler
İnsanın varlığını ve amacını Hristiyanlık dininden bağımsız olarak yorumlayan bu anlayış, insanın değerli bir varlık olduğunu ve değerini kişiliğinden aldığını savunmuştu. Bu doğrultuda yeni bir hukuk ve devlet anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Rönesansla birlikte doğan bu düşünceler gelişerek 17 ve 18. yy. larda zirveye ulaşmıştır. Bu dönemde J. J. Rousseau (Ruso, 1712-1778)’nun savunduğu “toplumsal sözleşme” anlayışı, J. Lockc (Lok, 1632-1704)’un ortaya attığı liberal devlet ve doğal haklar anlayışı, Montesquieu (Monteskiyö. 1689-1755)’nun getirdiği kuvvetler ayrılığı prensibi ise insan hakları düşüncesinin başlıca bir öğreti halini almasına neden olmuştur.
İnsan hakları konusunda ortaya atılan bu düşünceler ve yürütülen mücadeleler somut sonuçlar vermiştir. İnsan hakları düşüncesi 12 Haziran 1776 “Virginia (Virjinya) Haklar Bildirgesi“, 4 Temmuz 1776 “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi“, 1789 “Amerikan Anayasası” ve 1789 “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” gibi belgelerle yazılı metinlere ve ulusal hukuk sistemlerine girmiştir. Bu belgelerle kişilere düşünce hürriyeti, yaşama hakkı, hukuk önünde eşitlik ve din ve vicdan hürriyeti gibi klasik haklar tanınmıştır.
İnsan hakları düşüncesi H. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin yayınladıkları bildirgeler ve antlaşmalarla uluslararası hukukun düzenleme alanına girmiştir.
İnsan haklarının tarihsel gelişiminde ilk önce I. Kuşak Haklar adı verilen kişi hakları ve siyasal haklar ortaya çıkmaya başladı. Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, din ve vicdan hürriyeti, haberleşme hürriyeti, düşünce hürriyeti vb. haklardan oluşan I. Kuşak Haklardan sonra II. Kuşak Haklar olarak da ifade edilen ekonomik ve sosyal haklar ortaya çıktı. Daha sonra da bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak III. Kuşak Haklar olarak ifade edilen çevre hakkı, barış hakkı, gelişme hakkı gibi haklar ortaya çıkmaya başladı. İnsan hakları düşüncesinin teknolojik ve sosyal gelişmelere bağlı olarak gelişeceği, ileride yeni birtakım hakların da ortaya çıkacağı da açıktır.
Bir yanıt bırakın